KULEDEKİ ADAM (Öykü Çevirisi)

Bir trol tayfasının doluştuğu deri yelkenli filikasıyla kuzeyden kürek çekerek gelmişti. Kürk pelerini muma bulanmış, yüzü şaraptan mavi lekeliydi -her zaman taktığı tilki maskesi nedeniyle nadiren farkedilebilirdi bu-. Dişlerinin arasında bir tüy, avuçlarında yalnız bir gözyaşı damlasının kıpırdanışı. O Montreal’in genç şair prensiydi; yakışıklı, saf, dokunaklı dizelerini çivileyeceği daha sağlam kapılar arayan.
Manhattan’da, mürekkep şişesine kum taşı doldu. Viyana’da baharat kutusu patladı. Yunan adası Hydra’da, Orpheus, şafak vakti şeffaf bir eşeğe binerek geldi ve Cohen’in ucuz gitarının akorunu yeniledi. Bu andan sonra, Cohen, utanmazca ve istekle kendisini müziğin etkisine açtı. Seyyahın gizli dini merağına, ozanın gözüpek asaleti eklendi. Amerika’ya döndüğünde, şarkılar beyninde bir tavan arasındaki arılar gibi çalışıyordu. Uzmanlar onun noktürnsel balı için şiddetli arzu duydular, arıların kalplerini sokacaklarını bile bile.
Bugün, otuz yıl sonra, toplum milenyuma doğru ilerlerken – bu arada elinde biftek bıçağıyla dolaşan bir orangutan gibi zafer kazanmış ve tiz çığlık atarken– Leonard Cohen, onun yaratıcılığı, yeteneği ve azmi sonunda hakkını almayı başarıyor. Belki de bu yaralanmış “zamanın ruhu”na özel bir belagat ve özenle seslenmesindendir, belki birkaç kişinin her zaman duyduklarına gecikerek de olsa kulak verenleri yakalamak üzere verilen kültürel bir aradır sadece. Hangi nedenle olursa olsun, parıldayan perde yırtılmış, caz müziğinin kapısı menteşelerinden kurtuldu ve Leonard Cohen bahçenin mihrabında oturmuş, ciddiyetle yeni ulaştığı popülerliğinin ve artan saygının keyfini sürmekte.
Başlangıçtan beri, müzikal benzerleri Cohen’in, hayatın gerçekleri içinde az ve öz benzerlikler kurma becerisini, arzu ve dilin içsel dünyası ile trenlerin ve kemanların dış dünyası arasında özel ilişkiler kurma yeteneğine şapka çıkardılar. Onun bestelerini “cover” yaparak kullanmamış hatta açıkça onlardan etkilenmemiş müzisyenler bile, bestelerin cinliğine hayranlıklarını itiraf ettiler: heyecan veren, eski Alman Kurt Weill’i akla getiren -gardenya ve devedikeninin işitsel buketleri- gizemli nefis melodiler; açığa çıkamamış bir Cole Porter katmanına kadar derine inecek bir bıçakla aşkın elmasını ve şehvetin şeftalisini soyabilen şakacı (ve bu nedenle tehlikeli) hüzünlü lirikler. Parlak sanatçılarımızdan oluşan bir topluluğu, içten içe yanan tütsülerle süslü Şarkı Kulesinin dik ve keskin merdivenlerini birer birer tırmanmaya teşvik eden, şarkı yazarı, Leonard Cohen’i şereflendirme arzusundan başka bir şey değildir.
Bu onurun, kainatın gizini paylaşabileceğine dair bir kanıt -merak edersiniz diye söylüyorum- basitçe şu olabilir: her şey birbirine bağlantılıdır. Her şey. Bağlantıların çoğunluğunu olmasa da pek çoğunu farkedebilmek zordur. Bu bağlantıları açığa çıkaracak, aydınlatacak olan alet, aparat, ışık odağı dildir. Ve ani bir kara sevda gibi, bir insanın biyokimyasal atmosferini herhangi derin, sonsuz bir bağlılıktan daha şatafatlı olarak aydınlatır; böylece değişik, beklenmedik, dilbilimsel bir hayal patlaması en kesin bilgiden genellikle daha büyük gerçekler ortaya koyar. Gerçekten. Poetik izlenim, romantik tutkuyu dikkatle inceleme yeteneği olan, maddi dünyanın doğal gizemli niteliklerini açığa vuran tek yol olabilir.
Cohen, sürrealistvari ifadenin, yüzeydeki belirsizliğin mükemmele, kavramaya (cinselliğin büyüleyici ayrıntılarının ve kültürün şaşırtıcı ataklarının kavranmasıdır) dönüştüğü bilinçaltıyla doğrudan ilişki kuran “mantıksız” çizginin ustasıdır. Hiç şüphesiz, prestijli iş arkadaşlarının onu övmesi liriksel ustalığı içindir. Tabii başka şeyler de söz konusu olabilir. Söyleyiş biçimleri çok sayıda, farklı, denemeye olmakla beraber, bu bireysel yorumlarda Cohen’in şarkı söyleyen sesi kadar bu şarkıları yumurtlayan kaleminin belli belirsiz bir ekosu duyulabilir.
Cupid’in pençeleri ile tırmıklanan bir sestir o, filozofun taşı ile ovalanmış bir ses. Kirschwasser, sülfür, geyik miski ve karla marine edilmiş bir ses; tahrip edilmiş bir manastırdan bir çula sarılı çıkan, nehir kenarında çingeneler gittikten sonra bırakılmış közlerle ısınan bir ses.
Bir tövbekarın sesi, hahamlara ait bir ses, mayasız ekmek kabuğu – dumanla ve yıkıcı akılla yayılan. Eski bir oteldeki bir halı gibi sesi, aşkın kamburundaki çirkin bir kaşıntı gibi. Kadınların isimlerini telaffuz etmek ve onların zaman zaman tehlikeli cazibelerini listelemek için bir ses. Hiç kimse Cohen’inki kadar çıplaklıkla “çıplak” diyemez. O, külotlu çorabın nerede olduğunun işaretlerini görmemizi sağlayandır.
Kişisel yaşamının detayları hakkında ancak tahmin yürütülebilirken, şarkıların yaratıcısının gerçek persona’sının bu şarkıları avladığı söylenebilir. On yıl önce, Shree Bhagwan Rajneesh adındaki bir öğretmen ideal modern erkeği tanımlamak için “Zorba Buda” ismiyle çıkageldi: kozmik enerjilerle güçlü bağlar kuran düşünceli ama evinde tamamen kendi fiziksel krallığında bulunan bir adam. Erdemin değerini fakat aynı zamanda alman markının kıymetini de bilen, Paris’deki bir gece kulübünde bir garsona ne kadar bahşiş verilmesi geretiğini ve bir Kyoto türbesinde kaç kere başını eğmesi gerektiğinin farkında olan, iş yapması gerektiğinde iş yapabilen, düşüncelerinin bir çam kozalağına girmesine izin veren, ya da bir ezgi ile taşkınlıkla dans edebilen. Güzellikten kaçınmayı reddeden bu Zorba Buda, olgun zevklerde bir yadsıma değil ruhsal özün bir doğrulamasını bulur. Bütün bunlar Leonard Cohen’i hatırlatmıyor mu bize?
Cohen’in sabahlarını Armani takımları ile meditasyon yaparak geçirdiğine inandırılıyoruz, öğleden sonraları derin düşüncelerle boğuştuğuna, akşamları kafelerde oturup yemek yediğine, içtiğine ve sokakların çekici eğlencelerine duygulu fakat flörtöz yaklaştığına. Bunun çarpıtılmış bir portre olması mümkün. Bununla birlikte bu uydurma, kendine has bir gerçeklik de taşır.
Gerçekten de bir önemi yok. Önemli olan 30 yıl sonra, Leonard Cohen kasırganın lobisinde ilgi odağı oluyor ve devler ona hürmet göstermek için bir araya geliyorlar. Ona -ve bizlere- Cohen’in demiri, kurşunu, nitrojeni ve altınından işledikleri adaklarını getiriyorlar.


Tom Robbins, Seattle 1995
(Dünya Kitap Eylül 2007, çeviren: Çiğdem Sirkeci)

Yorumlar