Terry Eagleton
Son otuz yıldır, Mikhail Bakhtin bir birey olmaktan çok bir endüstri olarak konuşuluyor. Sadece endüstri de değil, zengin büyük idareciler, evrensel gelenekler ve kendine ait gazetesi ile tamamlanan ülke sınırlarını aşmış gösterişli bir kurum diyebiliriz. Kültürel teori alanında, Stalinizm’in kurbanı olan Bakhtin şimdi önemli bir konu. Onun dile kazandırdığı ve ağızlarda dolaşan terimler –diyalojizm, çift seslilik, kronotop, heteroglossia (değişik dil ve söylemlerin bir arada bulunup sürekli çatışması), çok dillilik–, güncel eleştirinin sözlüğünde kendilerine yer buldu. Bazıları onun metinlerine ömürlerini adamış kozmopolit bilginler zümresi, Bakhtin’i kendi gündemlerinde doğru yere oturtabilmek için uzun zamandır bocalıyor. O bir Marksist mi, neo- Kantçı, dini bütün hümanist, söylem kuramcı, edebiyat eleştirmeni, kültürel sosyolog, etik düşünürü, felsefi antropolog mu ya da bunların tümü birden mi?
Bir zamanların karanlıkta kalmış Sovyet filozofunun günümüz postmodern Batı’nın bir yıldızı olması göründüğü kadar şaşırtıcı olmayabilir. Gündemdeki postmodern konular arasında Bakhtin’in öngöremediği yok gibidir. Söylem, melezlik, başkalık, cinsellik, yapı-bozumu, sapkınlık, heterojenlik, popüler kültür, beden, merkezden uzaklaştırılmış öz, işaretin maddiyeti, tarihselcilik, günlük yaşam: Graham Pechey’in erken gelişmiş post-yapısalcı olarak hitap ettiği Bakhtin, zamanımıza dair pek çok şeyi saymış olsa da, Posh ve Becks için yaptığı çalışmalarda herhangi bir işaret bulamamak şaşırtıcı. Postmodern kültürün çok küçük bir bölümü, onun nüfuzunun doğrudan bir sonucu olduğundan, Bakhtin var olmamış olsaydı, onun eksikliğini hissetmezdik diye düşünebiliriz.
Stalinci terör çağı ile iPod dönemi arasındaki garip paralellik neden? Cevap çok açık. Bakhtin’in çalışmaları diğer bütün şeylerin yanı sıra Sovyet otokrasisinin şifreli bir eleştirisiyken, postmodernizm büyük ölçüde modern Marksizm’in köklerinden doğmuştur. Baudrillard, Lyotard ve diğerlerinin çalışmalarında postmodernizm, inancını yitirmiş solcular için alternatif bir inanç olarak ortaya çıkar. Bu kuramın söylem olan takıntısı, kısa süreli politik hareket düşünüldüğünde anlamlıdır. Amerikan öğrencileri kampüsleri ateşe vermek yerine, şimdi konuşmalarındaki yanlışları temizliyorlar. Marksizm cinsellik konusunda utanç verici bir şekilde çekingen olmuşsa eğer, postmodernizm onun fetişini yaratır. Sıcak, arzulayan, gözle görünür beden, Asyatik üretim tarzının ruhsuz soyutlamalarına canlı bir darbedir. Gulag yöneten görkemli anlatıcılar yerine, biz mini anlatıcılar kalabalığına sahibiz. Kuramsal mutlaklar bedenleri düşünmediğinden, gündemde görecelik söz konusudur. Eğer homoseksüelleri hadım etmek kültürünüzün bir parçası ise, itiraz etmem ırkımın üstünlüğüne inanmam anlamına gelir. Artık gündemde devrime yer yok; onun yerine ender yapı-bozumları söz konusu. Sınıf politikası kimlik politikasına boyun eğmiş. Sistem yıkılamaz ama en azından yapı çözümüne gidilebilir. Ve işçi sınıfının adres bırakmadan göçüp gittiği kapitalizmin kalbinde politik umuda yer olmadığından, postmodernizmin bakışları hipnotize olmuş gibi Öteki’ne, her çeşit kimliğe (kadın, eşcinsel, etnik azınlık) çevrilmiştir.
Bakhtin bir beşinci köşe yazarıydı. 1895’de Orel’in bir taşra kasabasında, sonradan banker olan ünvansız bir soylunun oğlu olarak doğdu. Petersburg Üniversitesi’nde Yunan ve Latin klasiklerini okudu. Öğrencilik yıllları Birinci Dünya Savaşı ve Rus Devrimi’ne rastladı. Bakhtin, Bolşevikler, Fütüristler ve Formalistler aşağı yukarı aynı tarihi dönemde ortaya çıktılar. Bir Marksist olmaktan çok dindar Rus Ortodoks Hıristiyanı olan Bakhtin, Komünizm ve Hıristiyanlığın evliliğinin sorgulandığı çarpıcı bir kültürel sentez sürecinden geçti. Tam anlamıyla bir tarihsel materyalist değilse de, düşünceleri hem tarihsel hem de materyalistti. Bunda, Rus Kilisesi anlayışının ruhsallığının yanı sıra, yoğun toplumsal eğilimi rol oynadı. Böylece, kutsallığın bütününde bir nevi materyalist inanç yer almış oldu. Hıristiyanlığın hümanizmi ile günlük yaşamın karmaşık zenginliğinin ilahileşmesi bir kaderdi. Pechey’in başlığının önerdiği gibi, Bakhtin’in kelimenin maddiyeti ile büyülenmesinin ardında, bir vücut bulma teolojisi yatar. Beden kelimesi onun çalışmalarında en önemli figürdür.
Devrimden sonra, yoksulluk ve hastalığın yakasını bırakmadığı Bakhtin, pek çok küçük kasabada çalıştı. Kemik iliği iltihabı yüzünden 1938’de bir bacağını kaybetti. Aynı zamanda sigara tiryakisiydi; bu alışkanlığı anfizeme yakalanmasına neden oldu. Rabelaisian yortusuna hayranlık duymasına rağmen ayakta kalmasını ona borçluymuş gibi çaya bağımlıydı, galonla midesine indiriyordu. İkinci Dünya Savaşı esnasında sigara kağıdı yokluğunda, tütününü sarmak için kendi yazmalarından birini yırtarak gelecek kuşakları paha biçilmez felsefesinin bir parçasından mahrum etmekte tereddüt etmedi.
Bakhtin, Nevel şehrinde bir okulda ders verdi; Vitebsk’te Eğitim Enstitüsü’nde hocalık yaptı. Sovyet rejimi için halen kabul edilebilir biri olduğu bu erken dönemde, bölgesel Komünist Parti için bir edebiyat dergisi çıkardı ve sanat alanındaki işçilere estetik akımlarını öğretti. 1924’de St Petersburg’a döndü, devletin verdiği iç karartıcı derecede yetersiz emekli maaşı nedeniyle özel dairelerde resmi olmayan gruplara ders vererek idare etti. Burada çevresi, her zaman olduğu gibi, bir grup anarşik fikirli yazar ve tuhaf bilginlerle sarılmıştı. Aslında, onun hayatı, bir zümrenin arkasından bir diğerinin gelişinin hikayesiydi; onun yıkandığı kasvetli durgun suyun çevresinde kendiliğinden toplanıyorlardı. Bakhtin, diyalojiyi uygulamasının yanı sıra bunu öğütleyen bir adamdı. Bununla birlikte, 1920’lerin sonlarında, onun çevresinin geliştirdiği sofuluk tarzı, devletle olan hoşnutsuzluğu artırdı ve 1929’da dini bir halkanın bir üyesi olmaktan, anti-komünist eğilimler göstermekten ve verdiği derslerle gençleri baştan çıkarmaktan tutuklandı. Sokrates’e kadar uzanan diyaloji, yıkıcı ironi ve dolaylı hitap fikirlerini taşıyan düşünür atasının kaderini paylaşıyordu.
Güçsüz düşen Bakhtin’i bir işçi kampında ölmekten alıkoyan şey, bir kitap oldu. Dostoevsky’nin poetikası üzerine yaptığı muhteşem çalışma, ihtiyatlı bir zamanlamayla tutuklandığı yıl ortaya çıktı; bu çalışma eğitim komisyonu üyesi ve amatör kültürel kuramcı Anatoly Lunacharsky’den olumlu bir eleştiri yazısı aldı. Kamplardan kurtulup Kazakistan’da 6 yıl sürecek nispeten daha ılımlı bir sürgüne mahkum edildi. Entelektüel bir çocuk suistimalcisi olarak burada öğretmenlik yapması yasaklanmış olsa da, eşi Elena Alexsandrovna kendilerini hayatta tutabilmek için garip işlerde çalıştı. Dante ve Goethe düşkünü kadın domuz çiftçilerine muhasebe öğretmek zorunda da kalır. Kazakistan’da eşi tarafından bakılan Bakhtin, Saransk’a yerleşti, burada bir süre kullanılmayan bir hapishanede yaşadı ve Pedagoji Enstitüsü’nde dünya edebiyat bölümünde tek hoca olarak görev yaptı. Ayrıca bir ampül fabrikasında işçilere estetik üzerine ders verdi ve böylece yerel bir üne kavuştu. 1930’ların Büyük Temizlik döneminde, gezginciliği kendisini Mordovya Cumhuriyeti’ndeki Savelovo’ya sürükledi; arkadaşlarının cömertliği olmasa burada açlıktan ölebilirdi.
Bakhtin, bu dönemin başından sonuna kadar doktora tezinin üzerinde çalıştı ve Rabelais ve Dünyası (Rabelais and His World) ortaya çıktı. 1946’da tezini incelemeye sundu. Tezi değerlendirenler tezin müstehcenliği, seksüel açıklığı, folklorik duygusallığa kızdılar ve teoriyi horgördüler. Bakhtin ancak 12 yıl sonra derecesini alabildi. Kısmen Formalist bilgin Roman Jakobson’ın iyi memuriyetlerinin yardımıyla 1960’larda haklarını alabildi. Bakhtin’in Sovyetler Birliği’ndeki taraftarları, en azından bu büyük adamın halen yaşadığının farkında olmayan biri, Dostoevsky’nin kitabının yeniden basılması için ısrar etti ve otoritelerle uzun bir mücadele sonrasında, 1963’de kitap yeniden gün yüzü gördü. Yoğun bir basın kampanyası arkasından, Rabelais kitabı da sonunda ortaya çıktı, müstehcenliği temkinli bir şekilde değiştirilmişti (penis ‘bâton de mariage’ olmuştu). Bakhtin’ler bu sıralarda ciddi şekilde hastadır, Yuri Andropov’un kızının yardımları ile bir Moskova hastanesine yerleşirler. Oradan, genelde Üçünü Dünya ülkelerinden insanların yerleştirildiği bir yaşlılar evine geçerler ve sonunda Moskova’da ikamet etme hakkı kazanırlar.
Bakhtin’in karnavalesk yaratıcılığında yaşam ve ölümün bir arada yer almasının aksine, bedeni güçten düşerken ünü gittikçe arttı. Edebiyat bilginlerinden rağbet gördü, yaşlı Formalistler tarafından incelendi ve entelektüel gençlik tarafından alkışlandı. 1975’te öldüğünde, edebiyat teorisi Batı’da yükselmeye başlamıştı. Son sözleri, çalışmalarında son söz diye bir şey olamayacağına dair inkarına rağmen “size gidiyorum” oldu. Dindar Bakhtin’ler “siz”i Tanrı olarak aldılar; Marksist Bakhtin’ler ise bunu kendisinden dört yıl önce ölen karısına yordular.
Bakhtin’in temel diyaloji düşüncesi, liberal anlatıcılarının hayal ettiği gibi, diğerlerine nazik bir şekilde kulak vermek anlamına gelmez. Her sözcük ya da ifadenin, diğerlerinin, belki de karşıt deyimlerin ev sahipliğinden geçerek kırılacağı ve sadece kendi anlamının kavranabileceği demektir. Böylece diyaloji, metinselliğin post-yapısalcı kavramına bir eğilim gösterir. Ortada arabuluculuk yapacak bir gerçek olmayabilir. Pek çok modern düşünürün iddia ettiği gibi bize tümüyle yabancı gelen bir ortamdan geçerek kendimize varırız. Bakhtin’in dili mücadeleci güçlerin kokpitidir; her bir ifade kendini yabancı anlamlarla yüklenmiş bulur. Her işaret diğer işaretlerinin yan yollarına bakış atar, kendi bünyesinde onların kopyalarını taşır ve doğallıkla konuşmacıya, nesneye, sözün geldiği yere ve adrese yönelir. İnsani konularda geçerli olduğu üzere, kelimeler diğerleri ile olan ilişkileriyle kurulurlar ve dil her zaman geçirgen, melez ve açık uçludur. İlk sözcük diye bir şey olmadığı gibi son söz diye bir şey de olamaz. Dilin doğal tamamlanmamışlığı ve tahmin edilemezliği –söylediğiniz iki sözcüğe dayanarak üçüncüyü asla tahmin edemeyeceğim gerçeği-, insan özgürlüğünün ve geniş anlamda politikanın bir göstergesidir. İşaretler asla öz kimliksel değildir ve her zaman için söylediklerinden daha fazlasını ifade ederler (söylemediklerini de içeren bir fazlalık söz konusudur). Bakhtin’in “monoloji” olarak isimlendirdiği düşman, bu taşkın heterojenliği bastırmaya çalışan bir çeşit meta dilidir. Çalışmalarında zaman zaman Stalinizm için kullandığı kibar bir sözcüktür bu. Dil, merkezkaç ve merkezcil kuvvetler altında hızla ilerler. İlki dili merkezden savururken, diğeri merkeze çeker. Doğal diller monolojik olmayı ister ama gerçekte ürettikleri çok sayıda diyalekt ve söyleyiş tarzı ile tamamıyla ‘heteroglossic’ tir.
Bütün bu yönlerden, Bakhtin’in çalışması, dilden söyleme taşınan önemli bir değişimi işaret eder. Saussure ve onun müritleri dili biçimsel, bağlamsız bir sisteme indirgerken, Bakhtin dilde formüle edilemeyen her şey ile örülüdür: bağlam, ses perdesi, ima, sözün maddiyatı, söylenmemiş olan, olmuş gibi kabul edilen, ideolojik değerlendirmeler ve konuşmacılar arası sosyal ilişkiler. Eğer bizi insan yapan iletişimse, dil hiç bir şekilde etiklerden ayrı tutulamaz.
Sözlü işaret, sonra, “çok seslilik”, diğer işaretlerin yönlendirmesiyle ortaya çıkan değişken bir kuvvettir. Bundan dolayı Bakhtin’in kültürel ilgileri, tezler arası kuvvetli çok sesli bir rekabeti simgeler formdadır – karnaval, Menippus saturası, roman ve diğerleri-: anlam akrabalığı ve bir diğerini merkezden uzaklaştırma formu ve bir deyim istilası, yapı-bozumu, örnekleme, çerçeveleme ve parçalarına ayırma. Bunun baş edebi türü melez romandır –epik, pastoral ya da trajediden farklı olarak-, tümüyle kural dışıdır ve Bakhtin’in gözünde yapı çözümcü bir kuvvetten daha az tanımlanabilir bir formdur. Roman tamamıyla diğer edebiyat türleri ile diyalojik ilişkilerinde yaşar, onları sindirerek ve kopyalayarak var olur. Bütün tezleri parça parça ve geçici olarak ortaya koyan bağımsız, olağan dışı, ilkesiz, laik bir kutsal kitaptır. Bakhtin’in nazarında, hem Yunan dönemi hem de Rönenans ile daha otoriter ideolojik sistemlerin enkazları arasında baş gösteren şiddetli sözlü çatışmalar normaldir.
Rabelais and His World’te, bu anlam cümbüşü sokağı bir karnaval olarak ele alır. Rus geleneği “holy fool”*, insanların antik sanatı, insanüstü işaretçileri (signifiers) çürütür ve tüm resmi değerleri yergi parodisine sunar. Romandaki gibi, değişim, dönüşüm, dinamik ve değişkenliği kutsar. Tüm mutlak değerlerle alay edilir. Resmi doktrinin yüksek zekasına karşın, gülmenin öldürücü gücü kışkırtılır. Kötü taklit, biçimsizleştirme ve zıtlık (burun/fallus, yüz/kıç, kutsallık/asilik, erkek/kadın, yüksek kültür/düşük kültür) sapa yollar ve pazar yerleri boyunca coşkuyla sağa sola koşuşturur. Katı zıtlıklar çapraşık olarak parçalarına ayrılır. Doğum ve ölüm, yok olma ve yenilenme, beden ve ruh, bilgelik ve aptallık, anüs ve meleksi, ağızlarında bir diğerinin kuyruğuyla defedilir. Delikler, bedenlerin sınırlarını aştıkları yerler olarak görünür ve coşkun bir şekilde bedenleri birleştirir. Pratik hakkındaki her şey belirsiz, Janus yüzlü, sabitlenemeyecek kadar kaygandır. Karnaval, yüce ve harikulade olanı hor görür. Gündelik yaşama kutsamak adına tarihteki ilk hareket olan Hıristiyanlık; Bakhtin’in günlük yaşamla ilgili endişelerinin kaynağında yer alır, tıpkı popüler kültürün şimdiki büyüleyiciliğinin arkasında da gizlenmesi gibi.
Büyük olasılıkla Bakhtin hakkında şimdiye kadar yazılan en iyi kitap, İngiltere’de 1999’da basılan Ken Hirschkop’un Mikhail Bakhtin: An Aesthetic for Democracy kitabıdır. Hirschkop’un kitabı, pek çok yönden Pechey’in çalışmasının daha keskin halidir. İlk olarak Hirschkop Pechey’in aksine Rusça okur ve Moskova kütüphanelerinde çokça zaman geçirmiştir. Bir başka açıdan, Hirschkop net, canlı nesirler yazarken Pechey’in kurnaz incelikli uzsözlülüğü zaman zaman laf salatalığına dönüşür. Hevesli bir şekilde heybetle yankılanan söz öbeklerine kulak kabartır ve hatta bazen yorumunda vaiz verir tavır artabilir tıpkı “modern aklın günahkar kibri, 20. yüzyıldaki karakteristik politikasının teröristik görüşlerini üretmiştir.” örneğinde olduğu gibi. Bakhtin’e hayranlığına rağmen, Hirschkop katı bir şekilde eleştirel olabilir; Pechey ise nadiren onun hakkında kötü bir söz sarfeder. Pechey’in bize sunduğu hemen hemen kusursuz düşünür; tamamlanmamışlık, değişim, belirsizlik ve çatışmacılıktan çok uzakken, Hirschkop Bakhtin’in özellikle değişikliklerini ve tutarsızlıklarını ortaya çıkarmada çok başarılıdır. Son olarak, Hirschkop Marksist olmasına rağmen, Bakhtin’i kendi pozisyonu için kullanmaya çalışmamışken, Marksizm’den Hıristiyanlığa dönmüş biri olarak Pechey’in yaptığı budur kesinlikle. Mikhail Bakhtin: The Word in the World, çetin entelektüel fikirler içeren güzel zeki bir çalışmadır fakat karmaşık akademik bir nesir olmaktan çok arka planda derin pantizan eğilimler göstermesi söz konusudur.
Pechey’in ortaya attığı tartışmalar Bakhtin’in modernliğin tarihini yeniden yazdığı konusunda ikna edicidir. Aydınlanmanın soyut mantığı, sanatın duyguları okşayan özgünlüğü ile yer değiştirirken, epistemoloji estetiğe eğilir. Acımasızca etkili mantıklılık, bir iletişimci mantık formuna yol verir. Modern çağın taklitçi özerkliği, diyalojik öz ile devrilmiştir. Bütün bu yönlerden, modern çağdaki estetik, bilginin kayıp ya da yan yollara sapmış biçimlerinin bir deposu haline gelir. Pechey bu konuyu ustalıkla ve büyük bir ikna gücüyle ortaya koyar; fakat diyalojik olmayan tarzıyla, mevcut çeşitli hasımlarının şeytanlığında ısrarcı olamamıştır. Rus Formalist’lerin kusurlu, zengin, çekici orijinal çalışmaları, had safhadaki eleştirel teknokrasi nedeniyle göz ardı edilmiştir. Gerçekten, kitap Formalistler ve Stalinistler arasındaki şok edici bir paralellik ileri sürer. Bütün avangardlar (Rimbaud? Kübizm? Sürrealizm?) edebi Leninizm gibi cehenneme teslim olurken, modernleştirme projelerindeki komplocular, bir meydan okumayı üstlenir. Bu inandırıcı olmayan karikatür, 1930’da Stalin’in baskısı artarken intihar eden Mayakovsky için bir sürpriz olabilirdi. Pechey, aynı anda hem ultra modern hem de anti modern olan Avrupa Modernizm’inin gerçek güçlüğünü atlıyor. Modernlik, “soyut fikirlerin ve kansız epistemoloji” nin bir sorunudur; Aydınlanmaya destek anlamında (demokrasi? feminizm? liberalizm? genel haklar?) söylenecek hiç bir şey yoktur; ve Bakhtin, Sovyet Rejimi’nin zalim mantıksızlılığı altında acı çekerken, bizler “Mantık’tan şüphe etmek için nedeni olan insanlara” hayran olmaya çağrılıyoruz.
Pechey, Bakhtin’i Marksizm’im en hafif lekelerinden bile temizlemek isterken, biraz tutarsız davranıyor. Bakhtin’in, iki arkadaşının adını kullanarak bir kaç Marksist metin yazdığı iddiası bir bölümde küçümseme ile inkar edilirken bir başka yerde bu çalışmaların “esinlenilmiş” hatta “vantrologluk görevi üstlenilmiş” metinler olduğu söylenir. Bakhtin’in Bolşevik Devrimi’ni kendi idealist tarzıyla içtenlikle karşıladığı gerçeğinden söz edilmemiştir. Pechey, yazarının çalışmalarını “politikleştirme” çabası içersinde olmayacağına bizi sert bir şekilde temin eder ama bir kaç kez ondan anti Sovyet polemikçisi olarak bahseder ve hatta üzerine “Batı Marksizmi” benzeri bir etiketin yapışmasına bile izin verir (çift nitelemeyi gözlemleyebilirsiniz). Kitapta başka bir bölümde, bu akıllı yaklaşım daha korkusuzca ortaya çıkar; Bakhtin’in post-kolonyalizmin öncüsü olduğu belirtilir – Güney Aftrikalı Pechey, kendisi için korkutucu olmakla beraber, kendi vatanının ırk ayrımcılığı yapan tarafı ya da karşısındaki “ortodoks devrimcileri” seçmek arasında çok az fark olduğu hatta hiç fark bulunmadığını düşünmüş gibi. Afrika Ulusal Kongresi (ANC) sayesinde yanlış düşünceden kurtulmak ve bunun yanı sıra büyürken doğru diye öğretileni değiştirmek, Marksizm’den Hıristiyanlığa geçişinde önemli rol oynamış olabilir. Bakhtin’e kadar, Marksizm’e duyulan mesafeli sempatinin anlaşılabilir bir düşmanlığa dönüşmüş olması da söz konusudur. Kitap kendi otobiyagrafik boyutunu gözler önüne seriyor sanki.
Tüm abartılı karşıtlıkları göz önüne alındığında, Pechey’in çalışması entelektüel bir kudret gösterisidir; konusu üzerinde çok uzun ve derin düşünmüş bir düşünürün meyvesidir. Buna rağmen, değişim, dinamizm, çoğulluk, melezlik ve açık uçluluk konusunda doğal olarak söylenmiş olumlu hiç bir şey olmadığını düşünebiliriz. Ne Pechey’in ne de postmodernistlerin farketmediği ise şu: Bakhtin döneminden bu yana değişen şey, Bakhtin’in bahsettiklerinin bir zamanlar sisteme alternatif olarak gösterilirken, bugün tümüyle sistemin vazgeçilmezleri olmasıdır. Geç kapitalizmden daha fazla çeşitliliği ve dinamiği seven bir rejim yoktur. Yine hatırlayabiliriz ki, Marksizm’in erdemlerinden biri hep birlikte alternatif bir modernlik yaratmaya gerek olmadığı konusundaki ısrarıdır çünkü modernliğin kendisinde zaten alternatif vardır. İnsanın sefilliği ve eziyetine neden olan aynı güçler, insanın özgürlüğüne kavuşmasını ve refahını da sağlayabilir. Belki de bu, herşeye rağmen, diyalojinin en cesaretli görünüşüdür.
Terry Eagleton Manchester Üniversitesi’nde John Edward Taylor Profesörüdür. Son kitabı, How to Read a Poem’dir.
Bookforum’dan
* Yurodivy/Holy Fool, kasıtlı olarak insanların gözüne aptal görünmeye çalışan kişidir. Yarı çıplak dolaşır, evsizdir, esrarlı konuşur. Geleceği gördüğüne ve bir kahin olduğuna inanılır, ahlaksızlığa bakış açımıza meydan okur.
Terry Eagleton
(Mikhail Bakhtin: The Word in the World , Graham Pechey)
(Özgür Edebiyat Eylül 2007, çeviren: Çiğdem Sirkeci)
Son otuz yıldır, Mikhail Bakhtin bir birey olmaktan çok bir endüstri olarak konuşuluyor. Sadece endüstri de değil, zengin büyük idareciler, evrensel gelenekler ve kendine ait gazetesi ile tamamlanan ülke sınırlarını aşmış gösterişli bir kurum diyebiliriz. Kültürel teori alanında, Stalinizm’in kurbanı olan Bakhtin şimdi önemli bir konu. Onun dile kazandırdığı ve ağızlarda dolaşan terimler –diyalojizm, çift seslilik, kronotop, heteroglossia (değişik dil ve söylemlerin bir arada bulunup sürekli çatışması), çok dillilik–, güncel eleştirinin sözlüğünde kendilerine yer buldu. Bazıları onun metinlerine ömürlerini adamış kozmopolit bilginler zümresi, Bakhtin’i kendi gündemlerinde doğru yere oturtabilmek için uzun zamandır bocalıyor. O bir Marksist mi, neo- Kantçı, dini bütün hümanist, söylem kuramcı, edebiyat eleştirmeni, kültürel sosyolog, etik düşünürü, felsefi antropolog mu ya da bunların tümü birden mi?
Bir zamanların karanlıkta kalmış Sovyet filozofunun günümüz postmodern Batı’nın bir yıldızı olması göründüğü kadar şaşırtıcı olmayabilir. Gündemdeki postmodern konular arasında Bakhtin’in öngöremediği yok gibidir. Söylem, melezlik, başkalık, cinsellik, yapı-bozumu, sapkınlık, heterojenlik, popüler kültür, beden, merkezden uzaklaştırılmış öz, işaretin maddiyeti, tarihselcilik, günlük yaşam: Graham Pechey’in erken gelişmiş post-yapısalcı olarak hitap ettiği Bakhtin, zamanımıza dair pek çok şeyi saymış olsa da, Posh ve Becks için yaptığı çalışmalarda herhangi bir işaret bulamamak şaşırtıcı. Postmodern kültürün çok küçük bir bölümü, onun nüfuzunun doğrudan bir sonucu olduğundan, Bakhtin var olmamış olsaydı, onun eksikliğini hissetmezdik diye düşünebiliriz.
Stalinci terör çağı ile iPod dönemi arasındaki garip paralellik neden? Cevap çok açık. Bakhtin’in çalışmaları diğer bütün şeylerin yanı sıra Sovyet otokrasisinin şifreli bir eleştirisiyken, postmodernizm büyük ölçüde modern Marksizm’in köklerinden doğmuştur. Baudrillard, Lyotard ve diğerlerinin çalışmalarında postmodernizm, inancını yitirmiş solcular için alternatif bir inanç olarak ortaya çıkar. Bu kuramın söylem olan takıntısı, kısa süreli politik hareket düşünüldüğünde anlamlıdır. Amerikan öğrencileri kampüsleri ateşe vermek yerine, şimdi konuşmalarındaki yanlışları temizliyorlar. Marksizm cinsellik konusunda utanç verici bir şekilde çekingen olmuşsa eğer, postmodernizm onun fetişini yaratır. Sıcak, arzulayan, gözle görünür beden, Asyatik üretim tarzının ruhsuz soyutlamalarına canlı bir darbedir. Gulag yöneten görkemli anlatıcılar yerine, biz mini anlatıcılar kalabalığına sahibiz. Kuramsal mutlaklar bedenleri düşünmediğinden, gündemde görecelik söz konusudur. Eğer homoseksüelleri hadım etmek kültürünüzün bir parçası ise, itiraz etmem ırkımın üstünlüğüne inanmam anlamına gelir. Artık gündemde devrime yer yok; onun yerine ender yapı-bozumları söz konusu. Sınıf politikası kimlik politikasına boyun eğmiş. Sistem yıkılamaz ama en azından yapı çözümüne gidilebilir. Ve işçi sınıfının adres bırakmadan göçüp gittiği kapitalizmin kalbinde politik umuda yer olmadığından, postmodernizmin bakışları hipnotize olmuş gibi Öteki’ne, her çeşit kimliğe (kadın, eşcinsel, etnik azınlık) çevrilmiştir.
Bakhtin bir beşinci köşe yazarıydı. 1895’de Orel’in bir taşra kasabasında, sonradan banker olan ünvansız bir soylunun oğlu olarak doğdu. Petersburg Üniversitesi’nde Yunan ve Latin klasiklerini okudu. Öğrencilik yıllları Birinci Dünya Savaşı ve Rus Devrimi’ne rastladı. Bakhtin, Bolşevikler, Fütüristler ve Formalistler aşağı yukarı aynı tarihi dönemde ortaya çıktılar. Bir Marksist olmaktan çok dindar Rus Ortodoks Hıristiyanı olan Bakhtin, Komünizm ve Hıristiyanlığın evliliğinin sorgulandığı çarpıcı bir kültürel sentez sürecinden geçti. Tam anlamıyla bir tarihsel materyalist değilse de, düşünceleri hem tarihsel hem de materyalistti. Bunda, Rus Kilisesi anlayışının ruhsallığının yanı sıra, yoğun toplumsal eğilimi rol oynadı. Böylece, kutsallığın bütününde bir nevi materyalist inanç yer almış oldu. Hıristiyanlığın hümanizmi ile günlük yaşamın karmaşık zenginliğinin ilahileşmesi bir kaderdi. Pechey’in başlığının önerdiği gibi, Bakhtin’in kelimenin maddiyeti ile büyülenmesinin ardında, bir vücut bulma teolojisi yatar. Beden kelimesi onun çalışmalarında en önemli figürdür.
Devrimden sonra, yoksulluk ve hastalığın yakasını bırakmadığı Bakhtin, pek çok küçük kasabada çalıştı. Kemik iliği iltihabı yüzünden 1938’de bir bacağını kaybetti. Aynı zamanda sigara tiryakisiydi; bu alışkanlığı anfizeme yakalanmasına neden oldu. Rabelaisian yortusuna hayranlık duymasına rağmen ayakta kalmasını ona borçluymuş gibi çaya bağımlıydı, galonla midesine indiriyordu. İkinci Dünya Savaşı esnasında sigara kağıdı yokluğunda, tütününü sarmak için kendi yazmalarından birini yırtarak gelecek kuşakları paha biçilmez felsefesinin bir parçasından mahrum etmekte tereddüt etmedi.
Bakhtin, Nevel şehrinde bir okulda ders verdi; Vitebsk’te Eğitim Enstitüsü’nde hocalık yaptı. Sovyet rejimi için halen kabul edilebilir biri olduğu bu erken dönemde, bölgesel Komünist Parti için bir edebiyat dergisi çıkardı ve sanat alanındaki işçilere estetik akımlarını öğretti. 1924’de St Petersburg’a döndü, devletin verdiği iç karartıcı derecede yetersiz emekli maaşı nedeniyle özel dairelerde resmi olmayan gruplara ders vererek idare etti. Burada çevresi, her zaman olduğu gibi, bir grup anarşik fikirli yazar ve tuhaf bilginlerle sarılmıştı. Aslında, onun hayatı, bir zümrenin arkasından bir diğerinin gelişinin hikayesiydi; onun yıkandığı kasvetli durgun suyun çevresinde kendiliğinden toplanıyorlardı. Bakhtin, diyalojiyi uygulamasının yanı sıra bunu öğütleyen bir adamdı. Bununla birlikte, 1920’lerin sonlarında, onun çevresinin geliştirdiği sofuluk tarzı, devletle olan hoşnutsuzluğu artırdı ve 1929’da dini bir halkanın bir üyesi olmaktan, anti-komünist eğilimler göstermekten ve verdiği derslerle gençleri baştan çıkarmaktan tutuklandı. Sokrates’e kadar uzanan diyaloji, yıkıcı ironi ve dolaylı hitap fikirlerini taşıyan düşünür atasının kaderini paylaşıyordu.
Güçsüz düşen Bakhtin’i bir işçi kampında ölmekten alıkoyan şey, bir kitap oldu. Dostoevsky’nin poetikası üzerine yaptığı muhteşem çalışma, ihtiyatlı bir zamanlamayla tutuklandığı yıl ortaya çıktı; bu çalışma eğitim komisyonu üyesi ve amatör kültürel kuramcı Anatoly Lunacharsky’den olumlu bir eleştiri yazısı aldı. Kamplardan kurtulup Kazakistan’da 6 yıl sürecek nispeten daha ılımlı bir sürgüne mahkum edildi. Entelektüel bir çocuk suistimalcisi olarak burada öğretmenlik yapması yasaklanmış olsa da, eşi Elena Alexsandrovna kendilerini hayatta tutabilmek için garip işlerde çalıştı. Dante ve Goethe düşkünü kadın domuz çiftçilerine muhasebe öğretmek zorunda da kalır. Kazakistan’da eşi tarafından bakılan Bakhtin, Saransk’a yerleşti, burada bir süre kullanılmayan bir hapishanede yaşadı ve Pedagoji Enstitüsü’nde dünya edebiyat bölümünde tek hoca olarak görev yaptı. Ayrıca bir ampül fabrikasında işçilere estetik üzerine ders verdi ve böylece yerel bir üne kavuştu. 1930’ların Büyük Temizlik döneminde, gezginciliği kendisini Mordovya Cumhuriyeti’ndeki Savelovo’ya sürükledi; arkadaşlarının cömertliği olmasa burada açlıktan ölebilirdi.
Bakhtin, bu dönemin başından sonuna kadar doktora tezinin üzerinde çalıştı ve Rabelais ve Dünyası (Rabelais and His World) ortaya çıktı. 1946’da tezini incelemeye sundu. Tezi değerlendirenler tezin müstehcenliği, seksüel açıklığı, folklorik duygusallığa kızdılar ve teoriyi horgördüler. Bakhtin ancak 12 yıl sonra derecesini alabildi. Kısmen Formalist bilgin Roman Jakobson’ın iyi memuriyetlerinin yardımıyla 1960’larda haklarını alabildi. Bakhtin’in Sovyetler Birliği’ndeki taraftarları, en azından bu büyük adamın halen yaşadığının farkında olmayan biri, Dostoevsky’nin kitabının yeniden basılması için ısrar etti ve otoritelerle uzun bir mücadele sonrasında, 1963’de kitap yeniden gün yüzü gördü. Yoğun bir basın kampanyası arkasından, Rabelais kitabı da sonunda ortaya çıktı, müstehcenliği temkinli bir şekilde değiştirilmişti (penis ‘bâton de mariage’ olmuştu). Bakhtin’ler bu sıralarda ciddi şekilde hastadır, Yuri Andropov’un kızının yardımları ile bir Moskova hastanesine yerleşirler. Oradan, genelde Üçünü Dünya ülkelerinden insanların yerleştirildiği bir yaşlılar evine geçerler ve sonunda Moskova’da ikamet etme hakkı kazanırlar.
Bakhtin’in karnavalesk yaratıcılığında yaşam ve ölümün bir arada yer almasının aksine, bedeni güçten düşerken ünü gittikçe arttı. Edebiyat bilginlerinden rağbet gördü, yaşlı Formalistler tarafından incelendi ve entelektüel gençlik tarafından alkışlandı. 1975’te öldüğünde, edebiyat teorisi Batı’da yükselmeye başlamıştı. Son sözleri, çalışmalarında son söz diye bir şey olamayacağına dair inkarına rağmen “size gidiyorum” oldu. Dindar Bakhtin’ler “siz”i Tanrı olarak aldılar; Marksist Bakhtin’ler ise bunu kendisinden dört yıl önce ölen karısına yordular.
Bakhtin’in temel diyaloji düşüncesi, liberal anlatıcılarının hayal ettiği gibi, diğerlerine nazik bir şekilde kulak vermek anlamına gelmez. Her sözcük ya da ifadenin, diğerlerinin, belki de karşıt deyimlerin ev sahipliğinden geçerek kırılacağı ve sadece kendi anlamının kavranabileceği demektir. Böylece diyaloji, metinselliğin post-yapısalcı kavramına bir eğilim gösterir. Ortada arabuluculuk yapacak bir gerçek olmayabilir. Pek çok modern düşünürün iddia ettiği gibi bize tümüyle yabancı gelen bir ortamdan geçerek kendimize varırız. Bakhtin’in dili mücadeleci güçlerin kokpitidir; her bir ifade kendini yabancı anlamlarla yüklenmiş bulur. Her işaret diğer işaretlerinin yan yollarına bakış atar, kendi bünyesinde onların kopyalarını taşır ve doğallıkla konuşmacıya, nesneye, sözün geldiği yere ve adrese yönelir. İnsani konularda geçerli olduğu üzere, kelimeler diğerleri ile olan ilişkileriyle kurulurlar ve dil her zaman geçirgen, melez ve açık uçludur. İlk sözcük diye bir şey olmadığı gibi son söz diye bir şey de olamaz. Dilin doğal tamamlanmamışlığı ve tahmin edilemezliği –söylediğiniz iki sözcüğe dayanarak üçüncüyü asla tahmin edemeyeceğim gerçeği-, insan özgürlüğünün ve geniş anlamda politikanın bir göstergesidir. İşaretler asla öz kimliksel değildir ve her zaman için söylediklerinden daha fazlasını ifade ederler (söylemediklerini de içeren bir fazlalık söz konusudur). Bakhtin’in “monoloji” olarak isimlendirdiği düşman, bu taşkın heterojenliği bastırmaya çalışan bir çeşit meta dilidir. Çalışmalarında zaman zaman Stalinizm için kullandığı kibar bir sözcüktür bu. Dil, merkezkaç ve merkezcil kuvvetler altında hızla ilerler. İlki dili merkezden savururken, diğeri merkeze çeker. Doğal diller monolojik olmayı ister ama gerçekte ürettikleri çok sayıda diyalekt ve söyleyiş tarzı ile tamamıyla ‘heteroglossic’ tir.
Bütün bu yönlerden, Bakhtin’in çalışması, dilden söyleme taşınan önemli bir değişimi işaret eder. Saussure ve onun müritleri dili biçimsel, bağlamsız bir sisteme indirgerken, Bakhtin dilde formüle edilemeyen her şey ile örülüdür: bağlam, ses perdesi, ima, sözün maddiyatı, söylenmemiş olan, olmuş gibi kabul edilen, ideolojik değerlendirmeler ve konuşmacılar arası sosyal ilişkiler. Eğer bizi insan yapan iletişimse, dil hiç bir şekilde etiklerden ayrı tutulamaz.
Sözlü işaret, sonra, “çok seslilik”, diğer işaretlerin yönlendirmesiyle ortaya çıkan değişken bir kuvvettir. Bundan dolayı Bakhtin’in kültürel ilgileri, tezler arası kuvvetli çok sesli bir rekabeti simgeler formdadır – karnaval, Menippus saturası, roman ve diğerleri-: anlam akrabalığı ve bir diğerini merkezden uzaklaştırma formu ve bir deyim istilası, yapı-bozumu, örnekleme, çerçeveleme ve parçalarına ayırma. Bunun baş edebi türü melez romandır –epik, pastoral ya da trajediden farklı olarak-, tümüyle kural dışıdır ve Bakhtin’in gözünde yapı çözümcü bir kuvvetten daha az tanımlanabilir bir formdur. Roman tamamıyla diğer edebiyat türleri ile diyalojik ilişkilerinde yaşar, onları sindirerek ve kopyalayarak var olur. Bütün tezleri parça parça ve geçici olarak ortaya koyan bağımsız, olağan dışı, ilkesiz, laik bir kutsal kitaptır. Bakhtin’in nazarında, hem Yunan dönemi hem de Rönenans ile daha otoriter ideolojik sistemlerin enkazları arasında baş gösteren şiddetli sözlü çatışmalar normaldir.
Rabelais and His World’te, bu anlam cümbüşü sokağı bir karnaval olarak ele alır. Rus geleneği “holy fool”*, insanların antik sanatı, insanüstü işaretçileri (signifiers) çürütür ve tüm resmi değerleri yergi parodisine sunar. Romandaki gibi, değişim, dönüşüm, dinamik ve değişkenliği kutsar. Tüm mutlak değerlerle alay edilir. Resmi doktrinin yüksek zekasına karşın, gülmenin öldürücü gücü kışkırtılır. Kötü taklit, biçimsizleştirme ve zıtlık (burun/fallus, yüz/kıç, kutsallık/asilik, erkek/kadın, yüksek kültür/düşük kültür) sapa yollar ve pazar yerleri boyunca coşkuyla sağa sola koşuşturur. Katı zıtlıklar çapraşık olarak parçalarına ayrılır. Doğum ve ölüm, yok olma ve yenilenme, beden ve ruh, bilgelik ve aptallık, anüs ve meleksi, ağızlarında bir diğerinin kuyruğuyla defedilir. Delikler, bedenlerin sınırlarını aştıkları yerler olarak görünür ve coşkun bir şekilde bedenleri birleştirir. Pratik hakkındaki her şey belirsiz, Janus yüzlü, sabitlenemeyecek kadar kaygandır. Karnaval, yüce ve harikulade olanı hor görür. Gündelik yaşama kutsamak adına tarihteki ilk hareket olan Hıristiyanlık; Bakhtin’in günlük yaşamla ilgili endişelerinin kaynağında yer alır, tıpkı popüler kültürün şimdiki büyüleyiciliğinin arkasında da gizlenmesi gibi.
Büyük olasılıkla Bakhtin hakkında şimdiye kadar yazılan en iyi kitap, İngiltere’de 1999’da basılan Ken Hirschkop’un Mikhail Bakhtin: An Aesthetic for Democracy kitabıdır. Hirschkop’un kitabı, pek çok yönden Pechey’in çalışmasının daha keskin halidir. İlk olarak Hirschkop Pechey’in aksine Rusça okur ve Moskova kütüphanelerinde çokça zaman geçirmiştir. Bir başka açıdan, Hirschkop net, canlı nesirler yazarken Pechey’in kurnaz incelikli uzsözlülüğü zaman zaman laf salatalığına dönüşür. Hevesli bir şekilde heybetle yankılanan söz öbeklerine kulak kabartır ve hatta bazen yorumunda vaiz verir tavır artabilir tıpkı “modern aklın günahkar kibri, 20. yüzyıldaki karakteristik politikasının teröristik görüşlerini üretmiştir.” örneğinde olduğu gibi. Bakhtin’e hayranlığına rağmen, Hirschkop katı bir şekilde eleştirel olabilir; Pechey ise nadiren onun hakkında kötü bir söz sarfeder. Pechey’in bize sunduğu hemen hemen kusursuz düşünür; tamamlanmamışlık, değişim, belirsizlik ve çatışmacılıktan çok uzakken, Hirschkop Bakhtin’in özellikle değişikliklerini ve tutarsızlıklarını ortaya çıkarmada çok başarılıdır. Son olarak, Hirschkop Marksist olmasına rağmen, Bakhtin’i kendi pozisyonu için kullanmaya çalışmamışken, Marksizm’den Hıristiyanlığa dönmüş biri olarak Pechey’in yaptığı budur kesinlikle. Mikhail Bakhtin: The Word in the World, çetin entelektüel fikirler içeren güzel zeki bir çalışmadır fakat karmaşık akademik bir nesir olmaktan çok arka planda derin pantizan eğilimler göstermesi söz konusudur.
Pechey’in ortaya attığı tartışmalar Bakhtin’in modernliğin tarihini yeniden yazdığı konusunda ikna edicidir. Aydınlanmanın soyut mantığı, sanatın duyguları okşayan özgünlüğü ile yer değiştirirken, epistemoloji estetiğe eğilir. Acımasızca etkili mantıklılık, bir iletişimci mantık formuna yol verir. Modern çağın taklitçi özerkliği, diyalojik öz ile devrilmiştir. Bütün bu yönlerden, modern çağdaki estetik, bilginin kayıp ya da yan yollara sapmış biçimlerinin bir deposu haline gelir. Pechey bu konuyu ustalıkla ve büyük bir ikna gücüyle ortaya koyar; fakat diyalojik olmayan tarzıyla, mevcut çeşitli hasımlarının şeytanlığında ısrarcı olamamıştır. Rus Formalist’lerin kusurlu, zengin, çekici orijinal çalışmaları, had safhadaki eleştirel teknokrasi nedeniyle göz ardı edilmiştir. Gerçekten, kitap Formalistler ve Stalinistler arasındaki şok edici bir paralellik ileri sürer. Bütün avangardlar (Rimbaud? Kübizm? Sürrealizm?) edebi Leninizm gibi cehenneme teslim olurken, modernleştirme projelerindeki komplocular, bir meydan okumayı üstlenir. Bu inandırıcı olmayan karikatür, 1930’da Stalin’in baskısı artarken intihar eden Mayakovsky için bir sürpriz olabilirdi. Pechey, aynı anda hem ultra modern hem de anti modern olan Avrupa Modernizm’inin gerçek güçlüğünü atlıyor. Modernlik, “soyut fikirlerin ve kansız epistemoloji” nin bir sorunudur; Aydınlanmaya destek anlamında (demokrasi? feminizm? liberalizm? genel haklar?) söylenecek hiç bir şey yoktur; ve Bakhtin, Sovyet Rejimi’nin zalim mantıksızlılığı altında acı çekerken, bizler “Mantık’tan şüphe etmek için nedeni olan insanlara” hayran olmaya çağrılıyoruz.
Pechey, Bakhtin’i Marksizm’im en hafif lekelerinden bile temizlemek isterken, biraz tutarsız davranıyor. Bakhtin’in, iki arkadaşının adını kullanarak bir kaç Marksist metin yazdığı iddiası bir bölümde küçümseme ile inkar edilirken bir başka yerde bu çalışmaların “esinlenilmiş” hatta “vantrologluk görevi üstlenilmiş” metinler olduğu söylenir. Bakhtin’in Bolşevik Devrimi’ni kendi idealist tarzıyla içtenlikle karşıladığı gerçeğinden söz edilmemiştir. Pechey, yazarının çalışmalarını “politikleştirme” çabası içersinde olmayacağına bizi sert bir şekilde temin eder ama bir kaç kez ondan anti Sovyet polemikçisi olarak bahseder ve hatta üzerine “Batı Marksizmi” benzeri bir etiketin yapışmasına bile izin verir (çift nitelemeyi gözlemleyebilirsiniz). Kitapta başka bir bölümde, bu akıllı yaklaşım daha korkusuzca ortaya çıkar; Bakhtin’in post-kolonyalizmin öncüsü olduğu belirtilir – Güney Aftrikalı Pechey, kendisi için korkutucu olmakla beraber, kendi vatanının ırk ayrımcılığı yapan tarafı ya da karşısındaki “ortodoks devrimcileri” seçmek arasında çok az fark olduğu hatta hiç fark bulunmadığını düşünmüş gibi. Afrika Ulusal Kongresi (ANC) sayesinde yanlış düşünceden kurtulmak ve bunun yanı sıra büyürken doğru diye öğretileni değiştirmek, Marksizm’den Hıristiyanlığa geçişinde önemli rol oynamış olabilir. Bakhtin’e kadar, Marksizm’e duyulan mesafeli sempatinin anlaşılabilir bir düşmanlığa dönüşmüş olması da söz konusudur. Kitap kendi otobiyagrafik boyutunu gözler önüne seriyor sanki.
Tüm abartılı karşıtlıkları göz önüne alındığında, Pechey’in çalışması entelektüel bir kudret gösterisidir; konusu üzerinde çok uzun ve derin düşünmüş bir düşünürün meyvesidir. Buna rağmen, değişim, dinamizm, çoğulluk, melezlik ve açık uçluluk konusunda doğal olarak söylenmiş olumlu hiç bir şey olmadığını düşünebiliriz. Ne Pechey’in ne de postmodernistlerin farketmediği ise şu: Bakhtin döneminden bu yana değişen şey, Bakhtin’in bahsettiklerinin bir zamanlar sisteme alternatif olarak gösterilirken, bugün tümüyle sistemin vazgeçilmezleri olmasıdır. Geç kapitalizmden daha fazla çeşitliliği ve dinamiği seven bir rejim yoktur. Yine hatırlayabiliriz ki, Marksizm’in erdemlerinden biri hep birlikte alternatif bir modernlik yaratmaya gerek olmadığı konusundaki ısrarıdır çünkü modernliğin kendisinde zaten alternatif vardır. İnsanın sefilliği ve eziyetine neden olan aynı güçler, insanın özgürlüğüne kavuşmasını ve refahını da sağlayabilir. Belki de bu, herşeye rağmen, diyalojinin en cesaretli görünüşüdür.
Terry Eagleton Manchester Üniversitesi’nde John Edward Taylor Profesörüdür. Son kitabı, How to Read a Poem’dir.
Bookforum’dan
* Yurodivy/Holy Fool, kasıtlı olarak insanların gözüne aptal görünmeye çalışan kişidir. Yarı çıplak dolaşır, evsizdir, esrarlı konuşur. Geleceği gördüğüne ve bir kahin olduğuna inanılır, ahlaksızlığa bakış açımıza meydan okur.
Terry Eagleton
(Mikhail Bakhtin: The Word in the World , Graham Pechey)
(Özgür Edebiyat Eylül 2007, çeviren: Çiğdem Sirkeci)
Yorumlar